Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for 04 Tem 2007

KURAN ADABINA UYGUN KONUŞMA NASIL OLUR


İnsanları tanımada en önemli ipucu, kişilerin konuşmalarında kullandıkları ifadelerdir. Kullanılan ifadeler, kişinin karakterini, içinde bulunduğu ruh halini yansıtır. İnsanın duyguları, düşünceleri, istekleri, korkuları konuşmalarına yansır. Dolayısıyla bir insanın ruh halinin nasıl olduğu, aklı, vicdanı konuşma üslubundan, sarf ettiği sözlerden büyük ölçüde ortaya çıkar. Konuşmanın insanların karakterlerini ortaya koyduğunu ve samimiyetsiz kimseleri tanımada önemli bir kriter olduğunu Yüce Allah Kuran’da bildirilmiştir:
“Eğer Biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın. Andolsun, sen onları, sözlerin söyleniş tarzından da tanırsın. Allah, amellerinizi bilir.” (Muhammed Suresi, 30)

Konuşma üslubu kötü ahlak özelliklerine sahip kişileri deşifre ettiği gibi; güzel ahlaklı, samimi iman sahibi müminleri de ortaya çıkarmaktadır.

Rabbimiz, samimiyetlerine karşılık müminlere en güzel, en hikmetli ve en doğru konuşma tarzını nasip eder. Müminler, konuşmalarında hiçbir zaman karşı tarafa rahatsızlık veren bir üslup kullanmazlar. Bu amaçla yapılan konuşmaların boş, yararsız olduğunun sadece zaman kaybettirdiğinin bilincindedirler.

Konuşurken sesini yükseltmenin bir üstünlük sağlamayıp sadece kişiyi küçük düşürdüğünün farkındadırlar. Yüksek sesin değil de doğru ve yanlışı açık bir şekilde ortaya koyan “hikmetli konuşmanın” insanlar üzerinde etkili olacağını, bunun da Yüce Rabbimiz’in “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir…” (Enfal Suresi, 29) ayetinde bildirdiği üzere, Kendisi’nden korkup sakınanlara verdiği bir özellik olduğunu bilirler.

__________________

inandıgın gibi yaşayamassan gün gelir yaşadıklarına ınanmaya başlarsın…

 

Read Full Post »

FİRAVUN’UN CESEDİNİN ÇÜRÜMEYİŞİ VE DENİZİN İKİYE YARILMASI
Bunun üzerine Musa’ya: “Asanla denize vur” diye vahyettik. Deniz hemen yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekileri suda boğduk. Şüphesiz, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir. (Şuara Suresi, 63-6
Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 91-92)
Kuran’da 1400 sene evvelden haber verildiği gibi, halen tarihsel bir belge olarak bulunan bu ceset Kahire’deki Mısır Müzesi’nin Kraliyet Mumyaları Odasında sergilenmektedir.

-GÖKYÜZÜNÜN 7 KAT OLDUĞU KUR`ANDA BİLDİRİLMİŞTİR.
Kuran ayetlerinde evren hakkında verilen bilgilerden biri, gökyüzünün yedi kat olarak düzenlendiğidir:
Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O’dur. Sonra göğe istiva edip de onları yedi gök olarak düzenleyen O’dur. Ve O, herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 29)
Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi… (Fussilet Suresi, 11)
Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti… (Fussilet Suresi,12)
GÖKYÜZÜNÜN BİLİMSEL OLARAK KATMANLARI
1- Troposfer
2- Stratosfer
3- Mezosfer
4- Termosfer
5- Ekzosfer
6- İyonosfer
7- Manyetosfer

-YERYÜZÜNÜN 7 KATMAN OLDUĞU
Kuran’da yeryüzü ile ilgili verilen bilgilerden biri, yeryüzünün, yedi kat olan gökyüzüne benzerliğidir:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
YERYÜZÜNÜN BİLİMSEL OLARAK KATMANLARI
1. Kat: Litosfer (su)
2. Kat: Litosfer (kara)
3. Kat: Astenosfer
4. Kat: Üst manto
5. Kat: Alt manto
6. Kat: Dış çekirdek
7. Kat: İç çekirdek

-DÜNYA’NIN DÖNDÜĞÜNÜN KANITI
Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. (Neml Suresi, 8

-KORUNMUŞ TAVAN
Kuran’da Allah, gökyüzünün son derece önemli bir özelliğine şöyle dikkat çeker:
Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 32)
Dünya’yı çepeçevre kuşatan atmosfer, canlılığın devamı için son derece hayati işlevleri yerine getirir. Dünya’ya yaklaşan irili ufaklı pek çok göktaşını parçalayarak yok eder ve bunların yeryüzüne düşerek canlılara büyük zararlar vermesini engeller.

-DENİZLERİN BİRBİRİNE KARIŞMAMASI
Birbirleriyle kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler. (Rahman Suresi, 19-20)
Akdeniz’de ve Atlas Okyanusu’nda büyük dalgalar, güçlü akıntılar ve gel-gitler vardır. Akdeniz’in suyu, Cebelitarık Boğazı’nda Atlas Okyanusu ile karşılaşır. Ama bu karşılaşma sonucu kendi sıcaklık, tuzluluk ve yoğunluk özellikleri değişmez. Çünkü iki deniz arasında görülmeyen bir sınır vardır.

-NUH TUFANI
Böylelikle Biz ona: ‘Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim Bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır’ diye vahyettik. (Müminun Suresi, 27)
Bilindiği gibi Kuran’da, geminin Tufan sonrası “Cudi”de durduğu bildirilmektedir ve Arkeolojik bulgulara göre Nuh Tufanı Mezopotamya ovasında meydana gelmişti.

-DEMİRİN İCAT EDİLİŞİ
Demir, Kuran’da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kuran’ın “Hadid”, yani “Demir” adlı suresinde şöyle buyrulur:
… Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik… (Hadid Suresi, 25)
Demir icat edildikten sonra geçmişten günümüze kadar demirden yapılan eşyalar,araçlar,yapı malzemleri gibi… yararlı buluşlar keşfedilmiştir.Yani Allahın yardımı Olmasaydı Teknoloji ilerleyemezdi.

-YARATILIŞTAKİ ÇİFTLER
Yerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir. (Yasin Suresi, 36)
Erkeklik–dişilik, “çift” kavramının bir karşılığı olmakla birlikte, ayette bahsedilen “bilmedikleri nice şeylerden” ifadesi daha geniş bir anlam içermektedir.

-ATOM PARÇACIKLARINI BİLDİRMESİ
… Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır.” (Sebe’ Suresi, 3)

-YAĞMURUN BİLİMSEL OLUŞUMU KURANDA BİLDİRİLMEKTEDİR.
Kuran’da yağmurun oluşumu ile ilgili aktarılanlarda ise, tam da bu süreçlerden söz edilmektedir. Bir ayette bu oluşum hakkında şöyle bir bilgi verilir:
Allah, rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda Kendi kullarından dilediğine verince, hemen sevince kapılıverirler.(Rum Suresi, 4
Bilimsel olarak yağmur bu şekilde oluşmaktadır.

-BİLİM ADAMLARININ KURAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Kesinlikle gördüğümüz şeyin harikulade olduğunu (belirtmek) isterim. İster bilimsel açıklamayı kabul etsin ister etmesin, gördüğümüz bu yazıları değerlendirmek için bizim sıradan bir insan tecrübesiyle anlayacağımızın çok daha ötesinde bir şey olmalı.
(Prof. Armstrong, NASA’da görevli astronomi profesörü)

Kuran’da doğru astronomik gerçekleri bulduğum için çok fazla etkilendiğimi söyleyebilirim ve bizim gibi evrenin en ufak parçasını dahi inceleyen modern astronomlar için özellikle. En küçük parçayı dahi anlamak için çabalarımızı yoğunlaştırıyoruz. Çünkü teleskoplar kullanarak tüm evreni düşünmeden sadece gökyüzünün en küçük kısımlarını görebiliyoruz. Öyleyse Kuran okuyarak ve soruları Kuran’dan cevaplayarak evren araştırmalarım için gelecekteki yolumu bulabileceğimi düşünüyorum.
(Prof. Yushidi Kusan, Japonya, Tokyo Rasathanesi Direktörü)

Kuran birkaç yüzyıl evvel gelmiştir ve ne keşfettiysek teyit etmiştir. Bu demektir ki Kuran,Allah’ın sözüdür.
(Prof. Joly Sumson, jinekoloji ve obstetrik profesörü)

(Hz. Muhammed’in) evrenin ortak kökeni gibi konuları bilmesinin imkansız olduğunu düşünüyorum, çünkü bilim adamları bunu son derece komplike ve gelişmiş teknolojik metotlar kullanarak son birkaç yıl içinde bulabilmişlerdir… 1400 yıl önce nükleer fizik hakkında hiçbirşey bilmeyen bir kişi, örneğin; yeryüzünün ve gökyüzünün aynı kaynaktan geldiğini veya burada tartıştığımız diğer soruların cevaplarını kendi bulamaz.
(Prof. Alfred Kroner, Almanya, Mainz Üniversitesi jeobilim profesörü, dünyanın en ünlü jeologlarından)

Bu kitap (Kuran)geçmişten, yakın zamandan ve gelecekten bahsediyor. Hz. Muhammed (sav)’in döneminde insanların kültürel seviyesini bilemiyorum ve bilimsel düzeylerini de bilemiyorum. Eğer bu geçmiş dönemde bildiğimiz düşük bilim düzeyi ise ve teknoloji yok ise, hiç şüphe yok ki, bugünlerde Kuran’da ne okuyorsak hepsi Allah’ın ışığıdır. Bunu Hz. Muhammed (sav)’e ilham etmiştir. Böylesine mükemmel bir bilgi olabilir mi diye Ortadoğu’daki medeniyetin başlangıç tarihi hakkında bir araştırma yaptım. Bu Allah’ın Hz. Muhammed (sav)’i gönderdiği inancını daha da güçlendirdi. Ona engin biliminden yakın zamanda keşfettiğimiz küçük bir parça gönderdi. Jeoloji alanında Kuran’la bilimin sürekli bir diyaloğu olmasını umuyoruz.
(Prof. Palmar, Amerika’da jeoloji alanındaki önemli bilim adamlarından biri)

İnsanın gelişimi hakkında Kuran’daki ifadelerin açıklanmasında yardımcı olmak benim için çok büyük bir zevk. Ben kesin olarak söylüyorum ki bu ifadeleri Hz. Muhammed (sav)’e Allah vermiştir, çünkü bu bilginin çoğu pek çok yüzyıl sonrasına kadar keşfedilmedi. Bu bana şunu kanıtlıyor ki, Hz. Muhammed (sav) Allah’ın elçisidir.
(Prof. Keith L. Moore, Toronto Üniversitesi anatomi ve hücre biyolojisi profesörü, seçkin bir embriyolog ve pek çok tıp ders kitabının yazarı)

__________________

inandıgın gibi yaşayamassan gün gelir yaşadıklarına ınanmaya başlarsın…

Read Full Post »

KURAN OKURKEN ALLAH C.C SIĞINMAK

Allah, bir deneme vasıtası olması için şeytanı, insanların zihinlerine gizlice telkin verebilecek özellikte yaratmıştır. Bu telkinin etkisi de insanların iman derecelerine göre değişir.
Şeytanın inkar edenlere karşı her istediğini yaptırabilecek bir gücü
varken, ihlaslı müminlerin imanına zarar verebilecek hiçbir gücü ve etkisi yoktur. (Hicr Suresi, 39-40) Ancak, her ne kadar Allah’ın
halis kullarını saptırma gücü olmasa da onların dikkatlerini dağıtma, unutkanlık verme, konsantrasyonlarını bozma gibi rahatsızlıklar vermeye çalışabilir.

Hiç şüphesiz şeytanın etkisiyle hareket eden kişiler sözleri, konuşmaları, tavır ve hareketleriyle müminleri rahatsız ederler.
Bunun gibi, şeytan da aynı rahatsızlığı kendi görünmez boyutundan vermeye çalışır. Bu şekilde zihinleri meşgul edip, dikkatleri
dağıtarak müminlerin yaptığı hayırlı işleri engellemeyi amaçlar. Şeytan bu yöntemle müminin Allah’ın sözlerini içeren Kuran’ı okuyup
anlamasını ve ondan en güzel şekilde istifade etmesini engellemeye
çalışır. Çünkü müminler Kuran’la en doğru yola iletilirler, şeytanın yegane amacı ise müminlerin doğru yoldan şaşırıp sapmalarıdır. Bu
nedenle, onların Kuran’ı anlayamamalarını, yanlış anlamalarını, hatta mümkünse Kuran’dan uzaklaşıp onu terk etmelerini arzu eder.
Allah şeytanın bu çabasına karşılık olarak müminin Kendisi’ne sığınmasını bildirmiş ve bunu bir hüküm olarak müminlere farz
kılmıştır: Öyleyse Kuran okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.
(Nahl Suresi, 98)

Allah’a inanıp, O’na güvenerek, böyle davrananlara şeytanın hiçbir zarar veremeyeceği bir sonraki ayette şöyle haber verilmektedir:

Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. (Nahl Suresi, 99)

__________________

inandıgın gibi yaşayamassan gün gelir yaşadıklarına ınanmaya başlarsın…

 

Read Full Post »


Hüzün ve Kur’an adeta birbirini tamamlayan iki kelime. Kur’an hüzünle inmiştir. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi vesellem) bir hadislerinde buna işaretle buyurur ki: “Kur’an-ı Kerim’in en güzel tilaveti ciddi bir hüzün içinde okunanıdır.” Şahsen ben, ruhsuz Kur’an okumanın insanımızı duygusuz hale getireceğine inanıyorum.

Kur’an’ı anlamak, Kur’an ile dirilmek onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Kur’an’ın sadece ibare ve lafızları ile ilgilenenler sevap kazansalar bile sevaba açık bir topluluk haline gelemezler. Bir başka tabirle Kur’an’ı muhtevasına uygun şekilde anlayıp hayatlarına hayat kılamazlar. Evet, Kur’an’la münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla O’nu duyabilmektir. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın (celle celâluhu) bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birden bire yeşeririz.

Kanaatimce bugünkü nesiller arasında Kur’an okuma tam manasıyla bilinmiyor. Onun için bu meselenin çok ciddi olarak ele alınması gerekir. Çünkü Kur’an’ı kaide ve kurallarına uygun şekilde okuma, onu içte duyma, mana ve muhtevasına vâkıf olma, derinliklerine nüfuz edebilme kadar önemlidir. Lafızlar, ibareler, mana ve muhtevanın kalıbıdır. Kalıp bozuk olunca mana sıkışıp kalıyor ve derinliklerine nüfuz edilemiyor.

Kur’an’ı iyi okumanın üç şartı

Kur’an’ı doğru okumak için üç şeyin çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Birincisi; bir fem-i muhsinin (okuyuşu düzgün bir hoca) rahle-i tedrisine oturma. Yani mutlaka işin uzmanından ders alma. Çünkü Kur’an okumak sadece harfleri bilmek değildir. İkincisi; talim esnasında doğru telaffuz için insanın kendini zorlaması. Mesela harflerin mahreçlerini çalışırken bizim kıraat hocamız kendisini ve bizleri çok zorlardı. Ve üçüncüsü, kulak dolgunluğu. Bu da Kur’an’ı tekellüfsüz okuyan hafızları çok dinlemekle olur.

Bu faslı Hafız Münâvi’den nakledilen bir vak’a ile kapatalım: “Bir genç, hafızlığını ikmal ederken hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’an-ı Kerim’i hatmediyor. Ertesi gün de tabii olarak hocasının karşısına rengi solmuş, benzi sararmış olarak çıkıyor. Hem maddî hem de mânevî açıdan kendisine mürşid olabilecek kapasitede olan hocası bu durumun sebebini onun ders arkadaşlarına soruyor. Onlar cevaben: ‘Üstadımız, bu talebeniz hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp, Kur’an-ı Kerim’i hatmedip duruyor.’ diyorlar. Üstad, talebesinin Kur’an-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alıyor ve: ‘Evlâdım! Kur’an indiği gibi okunmalıdır. Bugünden itibaren sen Kur’an’ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil de beni karşında farz ederek, dersini bana takrir ediyormuşsun gibi oku.’ tavsiyesinde bulunur. Genç gider, hocasının tavsiyeleri çerçevesinde o gece Kur’an-ı Kerim’i okur ve sabah hocasının huzuruna geldiğinde, ‘Efendim bu gece ancak Kur’an-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim’ der. Üstad, ‘Pekâlâ, bu gece de Kur’an-ı Kerim’i doğrudan doğruya Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi vesellem) huzurunda okuyor gibi oku!’ emrini verir. Talebe “Kendisine Kur’an nazil olan Zât’ın huzurundayım, doğru okumalıyım” düşüncesiyle o gece Kur’an’ı daha dikkatli tilavet eder. Ertesi gün üstadına Kur’an-ı Kerim’in ancak dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı talebesindeki terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersinin artırması gibi, ‘Bugün o emin melek, Cibril’in Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi vesellem)’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!’ der. Talebe ertesi gün: ‘Vallâhi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim.’ der. Üstad son adımı atar: ‘Evlâdım! Şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki, okuduğunu Allah (c.c.) dinliyor, senin için indirdiği kelamını senin ile mukâbele ediyor.’ Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir: ‘Üstadım, “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Errahmânirrahîm. Mâliki yevmi’d-dîn” dedim. Ama “İyyake na’büdü” demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü “Sadece Sana kulluk yaparım” diyeceğim; diyeceğim ama ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O’nun karşımda hazır ve nazır olduğunu mülahazaya alınca ‘iyyake na’büdü’yü aşamadım.’ der.”

Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını bir-iki gün sonra vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında onun ahvalini müşahede ederken, delikanlı hocasının duyabileceği bir sesle, “Üstadım, ben hayyim (hayattayım). Hayy u Kayyum olan Sultanlar Sultanı’nın huzuruna vardım ve hiç hesap görmedim.” diye konuşur.

Bu menkıbeyi nakletmekle “Bu ölçüler içinde Kur’an’ı okumuyor veya okuyamıyorsanız onu okumayın!” demek istemiyorum. Fakat şu da unutulmaması gereken bir hakikat ki ruhumuzda inkılâplar meydana getirmeyen Kur’an’ın ferdî ve içtimaî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’an’la değişebilmeli, O’nun ufkuna yönelebilmeli, O’nu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki O da sırlarını sinelerimize boşaltsın.

Keşke çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde çok değil bir on dakika bu işe ayrılsa; ağzı düzgün bir kişi talimde bulunsa; bilenler bilmeyenlere talim etse; birebir mukabele şeklinde Kur’an okunsa.

ÖZETLE

1- Kur’an hüzünle inmiştir. Allah Resulü bir hadislerinde buna işaretle, “Kur’an-ı Kerim’in en güzel tilaveti ciddi bir hüzün içinde okunanıdır.” buyurur.

2- Günümüzde Kur’an okuma tam

manasıyla bilinmiyor. Kur’an’ı kaide ve kurallarına uygun şekilde okuma, onu içte duyma, mana ve muhtevasına vakıf olma kadar önemlidir.

3- Kur’an’ı doğru okumak için üç şey çok önemlidir: 1- Okuyuşu düzgün uzman bir hocadan ders alma. 2- Doğru telaffuz için kendini zorlama. 3- Kulak dolgunluğu. Bu da Kur’an’ı tekellüfsüz okuyan hafızları çok dinlemekle olur.

__________________

inandıgın gibi yaşayamassan gün gelir yaşadıklarına ınanmaya başlarsın…

 

Read Full Post »

HERKESİ KABİR SIKAR

Herkesi kabir sıkar…..güney63 (s.a)
Sual: Kabir sıkması diye bir şey var mıdır?
CEVAP
Elbette vardır. Kabir azabı ve kabrin sıkmasına inanmayan bid�at sahibi olur. Hakkında hadis olsa da, olmasa da, kabir azabına inanmam diyen kâfir olur.

İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
(Kabirde ruhun cesede iadesi ve kabrin sıkması ve azap edilmesi haktır.) [Kavl-ül fasl]

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kabrin bedeni sıkması vardır. (3/17)

İmam-ı Gazali hazretleri de buyuruyor ki:
Kabir azabı ruha ve cesede birlikte olacaktır. (İhya)

Kara ve denizde ölene de sual sorulur. (Nuhbet-ül-leâli s.116, Bidaye s.91)

Ahirette Peygamberler dahil, herkese sual sorulacağı gibi, kabir sıkması da herkese olacaktır. Kâfirleri ve fasıkları çok şiddetli sıkacaktır. Peygamber, sahabe ve salihleri ise adeta okşar gibi hafif sıkacaktır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kabrin sıkmasından kurtulan biri olsaydı, Sa�d bin Muaz kurtulurdu.) [İ.Ahmed]
(Zekeriya oğlu Yahya’yı kabrin sıkması, yediği bir arpa sebebi ile olmuştur.) [İ. Rafiî]

(Kabrin sıkması bir müminin affedilmemiş günahlarına kefarettir.) [İ. Rafiî]
(Yemin ederim ki, 99 ejderha Kıyamete kadar, kâfire kabrinde azap eder.) [Ebu Ya�la]

Kurretüluyun kitabındaki hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Namazı özürsüz kılmayana, Allahü teâlâ 15 sıkıntı verir. Bunlardan altısı dünyada, üçü ölüm anında, üçü kabirde, üçü kabirden kalkarken olur. Kabirde çekeceği acılar şunlardır:
1- Kabir onu sıkar. Kemikleri birbirine geçer. 2- Kabri ateşle doldurulur. Gece, gündüz onu yakar. 3- Allahü teâlâ, kabrine çok büyük yılan gönderir. Dünya yılanlarına benzemez. Her gün, her namaz vaktinde onu sokar. Bir an bırakmaz.)

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İyi bir kimse, talihli bir insan, kusurları, günahları, lütuf ve ihsan ile af olunan ve yüzüne vurulmayan kimsedir. Eğer günahı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünya sıkıntıları çektirilip günahları, böylece temizlenen kimse de, çok talihlidir. Bununla da temizlenmeyip, geri kalan günahları için, kabir sıkması ve kabir azabı çekerek günahları biten, kıyamette, mahşer meydanına günahsız olarak götürülen de, ne kadar çok talihlidir. Eğer böyle yapmayıp, ahirette de cezalandırılırsa, yine adalettir. Fakat o gün, günahlı olan ve mahcup ve yüzleri kara olan, ne kadar güç durumdadır. Ama bunlardan, Müslüman olanlara yine acınacak, bunlar, sonunda yine merhamete kavuşacak, Cehennem azabında, sonsuz kalmaktan kurtulacaktır. Bu da, büyük bir nimettir. (m. 266)

Ölü kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azap görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezara gelip sual soracaklarını hadis-i şerifler açıkça bildirmektedir. Doğru cevap verenlerin kabri genişleyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. Doğru cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahluk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennemden bir pencere açılır. Sabah ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azaplar çeker. (H.L.O.İman) dua ile inş güney63

__________________
Bir elimde silah birinde kuran,
Geldi diyorlar bak şehitlik sıran,
Babam bile olsa karşımda duran,
Önce vatan sonra babam diyorum..

 

Read Full Post »

RUH ÖLMEZ ÖLÜ İŞİTİR

Ruh ölmez, ölü işitir…güney63(s.a)
Sual: (Ölüler işitmez. Peygamberler de ölüdür. Onlar da işitemez. Onun için şefaat ya Resulallah veya yetiş ya Resulallah demek şirktir) diyenlere nasıl bir cevap vermek gerekir?
CEVAP
Bunlar vehhabilerin ve bunlara aldanan bazı mezhepsizlerin iddialarıdır.
Şirk demek büyük hatadır. Çünkü ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır.) [Zümer 42]

Bu âyet-i kerime de ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba duçar olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müminlerin ruhları 7. kat göktedir. Orada Cennetteki makamlarını seyrederler.) [Deylemi]

Hızır aleyhisselam gibi bir çok kişinin ruhunun iş yaptığı görülmüştür. Bu bakımdan Allah yolunda ölmüş kimselere ölü bile demek caiz olmaz. İki âyet meali şöyledir:

(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir, rızıklanır.) [Al-i İmran 169]

(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridir; ama siz anlayamazsınız.) [Bekara 154]

Allah yolunda öldürülenler şehiddir. Şehidden daha üstün olan Peygamber efendimize nasıl ölü denir! O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, bütün âlemler Onun hürmetine yaratılmıştır. Şehidler gibi Peygamberlerin bedenleri de çürümez. Beş hadis-i şerif meali şöyledir:
(Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, “Falan oğlu filan, sana selam söyledi” der.) [İbni Mace]

(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud]
(Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya�la]

(Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buhari]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İbni Ebiddünya]

Resulullahın Hayber�de yediği zehirli et, ölüm hastalığında etkisini gösterdi ve şehid olmasına sebep oldu. (Mevahib-i ledünniyye)

Ölülere işittiremezsin âyeti şu mealdedir:
(Elbette sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp kaçan sağırlara da bu daveti işittiremezsin. Hem sen o körleri sapıklıklarını bıraktırıp, hidayet verici de değilsin. Sen ancak âyetlerimize iman edecek kimselerden başkasına işittiremezsin.) [Neml 27/80-81]

Buradaki sağırların da kulaklarının sağır olmadığı, körlerin de gözlerinin kör olmadığı, ölünün de gerçek ölü olmadığı açıktır. Bir de davet ve hidayet kelimeleri geçiyor. Demek ki maksat işittirmek veya göstermek değil, onları hidayete davet etmektir. Âyetin devamında, (Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Ötekilerin ise iman etmeyecek kâfirler olduğu da pek açıktır. Sen ölüleri imana kavuşturamazsın denmez ki. Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin deniyor ki, işittirmenin kabul ettirmek olduğu bütün tefsirlerde bildiriliyor. Bu âyetin tefsirlerdeki açıklaması şöyledir:
(Ey Resulüm, sen ölüden farksız olan kâfirleri hidayete erdiremezsin, hakkı işitmek istemeyen ve hakikati göremeyen kâfirleri de hidayete kavuşturamazsın. Sen ancak iman edeceklere Müslümanlığı kabul ettirebilirsin.) [Beydavi]

Onlardan daha iyi işitmezsiniz
Resulullah efendimiz, Bedir�de öldürülen kâfirlerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hazret-i Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Resulullah, (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. (Buhari, Müslim) [Hazret-i Ömer�in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]

Vehhabiler, ibni Teymiye�nin yolunda iseler de, bu konuda ona da uymuyorlar. Çünkü ibni Teymiye diyor ki:
(Bedirde çukurdaki kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur, her yere yayılmıştır. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu.) [Dinde inanılması zaruri olan bir şeye inanmayan kâfir olur.] (Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed)

İbni Teymiye, adı geçen kitabında bütün ölülerin, şehidler gibi diri olduklarını ve şehidler gibi rızıklandırıldıklarını bildiriyor. Ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvalarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyaret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, bunun geldiğini anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyarete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selamına cevap verir.) [İbni Ebiddünya]

(Bir kimse tanıdığı kabir yanına gelip selam verirse, meyyit de onu tanır ve selam verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selam verirse, selamına cevap verir.) [Beyheki]

Onu tanıması ve selam vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selamını işittiğini göstermektedir. Çünkü ölmek, bazı cahillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lazım gelirdi. Meyyit kendini ziyaret edeni, kabri başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyada tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevabı veriyor. İkincisinin selamına, tanımayarak cevap veriyor.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kabrimin yanında, benim için okunan salevatı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe] (Diri olan işitir. Bir söz, diri olana bildirilir.)

(Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buhari] (Diri olan işitir.)

(Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ.Ebiddünya] (Diri olan sevinir, üzülür.)

Hadis-i şeriflerde, ziyaret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyaret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyaret kelimesi, tanıyan ve anlayan kimselerin buluşmasında kullanılır. (Selamün aleyküm) de anlayan kimseye söylenir.

Azap, hissedene yapılır
Ruhun bedene olan bağlılığı öldükten sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabir üzerine basmak, bunun için yasak edilmiştir. Kabirde azap yapılması da, ruhun ölmediğini gösterir.

Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesikalardan biri, Buhari�deki, (Her meyyite, her sabah ve her akşam ahiretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. Allahü teâlâ, Kur�an-ı kerimde, Firavun�un adamları için, (Onlara sabah akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek lüzumsuz ve yanlış olurdu.

Ebu Nuaym, Amr bin Dinar�dan alarak bildiriyor ki, (Bir kimse ölünce, ruhunu bir melek tutar. Ruh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir.) Abdullah ibni Ebiddünya�nın Amr bin Dinar�dan alarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, öldükten sonra çoluk çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenleyenlere bakar) buyuruldu. Buhari�deki sahih hadiste, (Münker ve Nekir melekleri, sual ve cevaptan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü teâlâ, değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi derler. Bakar. İkisini birlikte görür) buyuruldu.

Ruhlar ölmez. Kabir hayatında ya nimete veya azaba düçar olurlar. Her hadis kitabında kabir hayatı ve azabı bildirilmektedir. Kabir hayatını ve azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur.

Şaşılacak şey
Vehhabilerin kendi kitaplarında diyor ki:
(Gökler Allah�tan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur�anda, yerlerin ve göklerin tesbih ettikleri bildirildi. Resulullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbih ettiklerini ve mescitteki Hannane denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbih ettiğini Eshab işittiler.) (s. 200)

(Buhari�de, İbni Mesud diyor ki, yediğimiz yemeğin tesbih sesini işitirdik. Ebu Zer diyor ki, Resulullah, avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbih sesleri işitildi. Resulullahın hutbe okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahihtir.) (Feth-ül-mecid s. 201)

Dağlarda, taşlarda, direkte his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyada his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünkü bu söz, diriler duyar ve tesir eder, ölüler duymaz ve tesir etmez demektir. Allah�tan başkasının tesir ettiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Halbuki, ölü de, diri de birer sebeptir. Tesir eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.

Abdülvehhab oğlunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezara tapan kâfirler gibi bilmesi ve Ehl-i sünneti öldürmeye ve mallarını almaya helal demesi, nasslara [âyetlere, hadislere] yanlış mana verdiği içindir.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.) [Buhari ]

(Müslüman ismini taşıyanlardan en çok korktuğum kimse, Kur�anın manasını, yerinden değiştirendir.) [Taberani]

Bu hadis-i şerifler, böyle zındıkların meydana çıkacağını ve bunların dalalette olduklarını haber vermektedir. dua ile inş güney63

__________________
Bir elimde silah birinde kuran,
Geldi diyorlar bak şehitlik sıran,
Babam bile olsa karşımda duran,
Önce vatan sonra babam diyorum..

 

Read Full Post »

İMAM HÜSEYİN RESULÜN GÜLÜ

İMAM HUSEYIN RESULUN GÜLÜ(S.a.V)

İmam Hüseyin (a.s), Hz. Ali ve Hz. Fatıma (Allah’ın selamı onlara olsun)’nın ikinci oğludur. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının üçüncü[1] veya beşinci[2] günü Medine’de gözlerini dünyaya açtı. Künyesi Ebu Abdullah’tır; lakapları ise Raşid, Tayyib, Vefî, Zekî, Mübarek, Sibt, Seyyid.[3] ve Seyyid’üş- Şüheda’dır.

İmam Hüseyin (a.s) yaklaşık yedi yıl Resulullah (s.a.a)’in, otuz yıl Emir’ul- Muminin Ali’nin, on yıl da İmam Hasan’ın hayatları zamanında yaşamıştır.[4] Hicretin 50. yılında İmam Hasan (a.s)’ın mazlumca şehit edilmesinden sonra hak yolunun takipçilerinin önderliğini üstlenmiştir.[5]

İmam Hüseyin (a.s), Hz. Ali ve Hz. Fatıma (Allah’ın selamı onlara olsun)’nın ikinci oğludur. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının üçüncü[1] veya beşinci[2] günü Medine’de gözlerini dünyaya açtı. Künyesi Ebu Abdullah’tır; lakapları ise Raşid, Tayyib, Vefî, Zekî, Mübarek, Sibt, Seyyid.[3] ve Seyyid’üş- Şüheda’dır.

İmam Hüseyin (a.s) yaklaşık yedi yıl Resulullah (s.a.a)’in, otuz yıl Emir’ul- Muminin Ali’nin, on yıl da İmam Hasan’ın hayatları zamanında yaşamıştır.[4] Hicretin 50. yılında İmam Hasan (a.s)’ın mazlumca şehit edilmesinden sonra hak yolunun takipçilerinin önderliğini üstlenmiştir.[5]

İmam Hüseyin (a.s)’ın imamet dönemi, Muaviye’nin hüküm sürdüğü döneme rastlamaktadır. İmam Hasan (a.s)’ın Muaviye ile yapmış olduğu sulh sırasında, İmam Hüseyin (a.s) de Muaviye’ye karşı kardeşiyle aynı tavrı takınmıştır. Çünkü o dönemde, İmam Hasan (a.s)’ın çabasıyla hakla batıl Müslümanlar için tanınmış ve İslam’ın esası henüz ciddi bir tehlikeye maruz kalmamıştı.

Yezid, babası tarafından Müslümanların başına halife tayin edildiği günden itibaren İslam’ın esası ciddi bir şekilde tehlikeye maruz kaldı. Muaviye, Hicretin 95. yılında oğlu Yezid’i kendisinden sonra halife olarak tayin etmeye karar verdi. Böyle bir işin gerçekleşmesinden emin olmak için kendisi daha hayatta iken, oğlu Yezid’e halktan biat almak istedi ve herkesten önce kendisi, oğlu Yezid’e biat etti.[6]

İbn-i Sa’d, Tabakat’ında şöyle yazıyor: Hüseyin bin Ali, Yezid’e biat etmeyen şahıslardandı. Sonra şöyle ekliyor: Muaviye hicretin 60. yılında öldüğünde oğlu Yezid hilafet makamına oturdu, halk da ona biat etti.

Sonra Yezid Medine’nin hakimine şöyle bir mektup yazdı: “Halkı çağırarak onlardan biat al. İlk önce Kureyiş’in büyüklerinden başla; onların ilki de Hüseyin bin Ali olsun.” [7]

Medine’nin hakimi, İmam Hüseyin’den biat almak isteyince, İmam Hüseyin (a.s) cevabında şöyle buyurdular:

“Biz, nübüvvet Ehl-i Beyt’i ve risalet madeniyiz. Yezid ise fasık, şarap içen ve adam öldüren birisidir. Benim gibi birisi onun gibi bir kimseye biat etmez…”[8]

İmam (a.s) başka bir sözünde de şöyle buyuruyor: “Artık İslam’la vedalaşmak gerekir; çünkü ümmet Yezit gibi bir yöneticiye duçar olmuştur …”[9]

Mes’udî şöyle yazıyor: Yezit, ayyaş birisi idi; köpek, maymun ve avcı kuşları besliyordu; içki içiyordu … Onun zamanında, Mekke ve Medine’de şarkı ve ğina yaygınlaşmış, halk açıkça içki içmeye başlamıştı.

Onun halka karşı davranışları hakkında da şöyle yazıyor: Firavun, halkın işi hususunda ondan daha adil, yakın ve uzak insanlar hakkında ise ondan daha insaflı idi.[10]

* * *

İmam Hüseyin (a.s), Medine’nin ortamını karışık görünce, o şehirde kalmayı câiz bilmeyip hicretin 60. yılı Recep ayının sonuna iki gün kala; pazar günü ailesi ve dostlarıyla birlikte Mekke’ye doğru hareket etti.[11]

İmam Hüseyin (a.s), hareketinin hedefini, kardeşi Muhammet bin Haneffiye’ye yazdığı bir vasiyette şöyle açıklamıştır: “…Ben azgınlık, makam, fesat ve zulüm yapmak için Medine’den ayrılmadım. Ben ceddimin ümmetini ıslah etmek, iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak, ceddim Resulullah (s.a.a) ve babam Ali bin Ebi Talib’in yolunda gitmek için o şehirden ayrıldım…”[12]

İmam Hüseyin (a.s), Şaban ayının üçüncü gününün Cuma akşamı (yani beş gün sonra) Mekke-i Mükerreme’ye vardı.[13]

* * *

Kufe halkı, Muaviye’nin ölümünü ve İmam Hüseyin (a.s)’ın Yezid’e biat etmekten kaçındığını öğrendiklerinde pek çok mektuplar yazıp imzalayarak İmam Hüseyin’i Kufe’ye davet ettiler.[14]

Onlar mektuplarında İmam (a.s)’a şöyle yazdılar: “Biz senin yolunu bekliyoruz, kimseye biat etmemişiz, senin yolunda can vermeye hazırız, senin için onların Cuma ve cemaat namazlarına katılmıyoruz.” [15]

İmam Hüseyin (a.s), Kufe halkının isteklerine olumlu cevap vererek, Ramazan ayının yarısında, Muslim bin Akil’i Kufe’ye gönderdi. Muslim’i Kufeye gönderdiğinde ona şöyle buyurdu: “Kufe halkının yanına git, eğer yazdıkları doğru olursa, sana kavuşmamız için bize haber gönder.”[16]

Muslim, Şevval ayının beşinci günü Kufe’ye vardı. Onun Kufe’ye gelme haberi, şehirde yayılınca on iki bin kişi, diğer bir görüşe göre ise on sekiz bin kişi onun vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’a biat ettiler. O bu durumu İmam Hüseyin’e bildirerek İmam’ın Kufe’ye gelmesini istedi.[17]

Kufe’de yaşanan olayların haberi Yezid’e ulaşınca, Yezid ilk etapta Kufe’nin hakimi olan Numan bin Beşiri azledip Ubeydullah Bin Ziyad’ı onun yerine atadı[18] ve Muslim bin Akil’i yakalatıp öldürülmesini emretti.[19] Diğer taraftan da, İmam Hüseyin (a.s)’ı, Mekke’de gafil avlayıp öldürmek için kendi adamlarını seferber etti.

İmam Hüseyin (a.s) bu komplodan haberdar olunca, Allah(c.c.)’ın evi Kabe’nin kutsiyet ve hürmetini korumak için, hac amellerini aceleyle bitirip, hicretin 60. yılı Zilhicce ayının sekizinci günü Mekke’den ayrılarak Irak’a doğru hareket etti.[20]

İbn-i Abbas, Kerbela vakıasından sonra bir mektubunda şöyle yazıyor: “Şunu hiçbir zaman unutmayacağım ki, sen Hüseyin bin Ali’yi Peygamberin hareminden (Medine’den) Allah’ın haremine (Mekke’ye) sürdün, orada da onu gafil avlayıp öldürmek için, bazı adamlarını gizlice gönderdin. Sonra onu Allah’ın hareminden Kufe’ye sürdün. Hz. Hüseyin, Batha’nın (Mekke’nin) en aziz insanı olmasına rağmen üzgün bir şekilde Mekke’den ayrıldı. Eğer Mekke’de kalarak orada kan dökülmesini isteseydi, Mekke ve Medine halkının tümünden daha çok taraftarı olurdu. Ama o, Allah’ın evi ve Rasulullah’ın hareminin saygınlık ve ihtiramını korudu; ama sen onların hürmetini ve saygınlığını korumadın. Çünkü sen, haremde onunla savaşmak için bazı adamlarını Mekke’ye gönderdin.”[21]

Ubeydullah, Muslim bin Akil’i ve ona sığınak veren Hani bin Urve’yi Kufe’de yakalayıp feci bir şekilde şehit etti.[22]

Ubeydullah, İmam Hüseyin (a.s)’ın Kufe’ye geldiğini öğrenince, İmam’ın ordusunu gözetimi altında tutmak için, Hür bin Yezid-i Riyahi’nin komutasında bir orduyu “Kadisiyye” bölgesine gönderdi. Hür Bin Yezid, “Şeraf” denilen bir bölgede İmam Hüseyin (a.s)’la karşılaştı, aralarında bazı konuşmalar geçti. İmam (a.s), iki hurcun (heybe) dolusu olan Kufe’lilerin mektuplarını Hür bin Yezid’e gösterdi ve onların kendisini davet ettiklerini söyledi. Sonra kendi yoluna devam etti…

Hicretin 61. yılı Muharrem ayının ikinci günü “Neyneva” bölgesine vardılar. Bu bölgede oldukları vakit İbn-i Ziyad’ın elçisi, Hür bin Yezid’e bir mektup getirdi. Mektubun içeriği söyle idi: “Bu mektubum sana ulaşır ulaşmaz ve elçim senin yanına gelir gelmez, Hüseyin’i baskı altına al ve onu sığınak ve suyu olmayan bir çöle sür.” [23]

Hür bin Yezid, İbn-i Ziyad’ın emri doğrultusunda İmam Hüseyin (a.s)’ın kafilesini “Kerbela” denilen bölgede durdurdu. Ertesi gün Ubeydullah bin Ziyad’ın elçisi olan Ömer Bin Sa’d da dört bin savaşçıyla Kerbela’ya geldi.[24]

Şunu hatırlatmak gerekir ki, Hür bin Yezid, İmam Hüseyin’nin şahadetinden önce kendi yaptığından pişman olup tövbe etti ve İmam (a.s)’ı savunmak üzere şahadete erişti.[25]

Ömer bin Sa’d, Aşura gününe üç gün kala, İmam Hüseyin (a.s)’ın kafilesinin suya ulaşmaması için beş yüz süvariyi Fırat nehrini korumaları için görevlendirdi.[26]

Muharrem ayının dokuzuncu günü (Tasuâ), İmam Hüseyin (a.s) ve ashabı, kamil bir şekilde düşman tarafından ablukaya alındılar; öyle ki düşman, İmam (a.s)’ın yardımına hiç kimsenin gelmeyeceğine emin olmuştu.[27]

Tasua akşamı, düşman tarafından savaşın başlaması için saldırı emri verildi. İmam Hüseyin (a.s), düşmanın hareketini görünce kardeşi Abbas Bin Ali’ye şöyle buyurdu:

“Kardeşim, -canım sana feda olsun- atına bin de onlara doğru git ve onlara; Sizin amacınız ne, ne yapmak istiyorsunuz? diye sor.”

İmam Hüseyin (a.s)’ın kardeşi Hz. Abbas, onlarla görüşüp konuştu. Sonuçta saldırıyı yarına ertelemeyi kabul ettiler.[28]

* * *

Nihayet “Aşura” günü yetişti… Ömer bin Sa’d, otuz bin savaşçıyla saldırıyı başlattı.[29] Otuz iki süvari ve kırk piyadeden oluşan[30] İmam Hüseyin (a.s)’ın ordusu, onların saldırıları karşısında korkusuzca direnip, yiğitçe savaştılar; hem şehit verdiler ve hem de onlardan öldürdüler. İmam (a.s)’ın yaranlarından kim şehit oluyorduysa yeri boş kalıyordu, ama düşmanın ordusundan bir kişi öldüğünde yerini hemen başka birisi dolduruyordu.

İmam Hüseyin (a.s)’ın ashabının hepsi şehit olunca, sıra İmam (a.s)’ın kendi ailesine geldi. Çünkü İmamın ashabı, biz yaşadıkça sizin ailenizin savaş meydanına gitmesini kabullenemeyiz, diye İmamın ailesinin meydana gitmesini engellemişlerdi. Onlardan savaş meydanına ilk ayak basan İmamın aziz oğlu Ali Ekber oldu.[31] Ondan sonra, İmam Ali (a.s)nin, İmam Hasan (a.s)ın, Cafer-i Tayyarın ve Akil’in evlatları savaş meydanına çıktılar, yiğitçe savaştıktan sonra onlar da şahadet şerbetini içtiler. Hz. Abbas Bin Ali (a.s) de savaşarak İmam Hüseyin’in evlatlarına su getirmek için gayret gösterdiği bir sırada, düşmanın kalleşçe saldırısı neticesinde, canını İmam Hüseyin (a.s)’in yolunda feda etti.

“Aşura” gününün en hassas zamanı, Peygamber’in ciğer paresi ve Zehra’nın aziz oğlunun yardımcısız kaldığı zaman idi. Düşman ordusu, İmam’ı yalnız gördüğü için her taraftan ona saldırıyordu…

“Aşura” günü orada bulunan Haccac bin Abdullah şöyle diyor: Allah’a ant olsun ki, oğlu, kardeşi, kardeş oğulları, akrabaları ve yaranları öldüğü halde onun (İmam Hüseyin) gibi direnişli, sebatlı, şecaatli ve yiğit birisini ben görmedim. Allah’a ant olsun ki ondan önce ve ondan sonra onun gibi birisini görmedim. İmam Hüseyin (a.s) düşman ordusuna saldırdığında, kurt korkusuyla dağılan keçiler gibi, İmam’ın sağ ve solundan öylece kaçıyorlardı… Allah’a ant olsun ki, Fatıma’nın kızı Zeynep, İmam’a taraf yaklaştı… Bu esnada Ömer bin Sa’d da İmam’ın yanına yaklaşmıştı, Zeynep, İbn-i Sa’d’a hitaben şöyle dedi: “Ebu Abdullah (İmam’ın künyesi) öldürülüyorken sen seyrediyor musun?!”

Devamında şöyle diyor: Ömer bin Sa’d’ın göz yaşlarının yüzüne ve sakalına aktığını ve Zeynep’ten yüz çevirdiğini adeta görür gibiyim …[32] Nihayet İmam Hüseyin (a.s) da o zalimlerin eliyle feci bir şekilde şehit edildi .

* * *

Tarih kitapları, İmam Hüseyin (a.s)’ın çocukları hakkında çeşitli görüşler belirtmişlerdir; kimisi altı,[33] kimisi dokuz[34]ve kimisi de on[35] çocuğu olduğunu yazmıştır. Çocuklarından Ali Ekber ve Abdullah (Ali Esğer) babalarının yanında şahadete erişmiş ve İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) da Allah’ın emriyle Müslüman’ların dördüncü İmam’ı olmuştur.

İMAM HUSEYİNİ VURDULAR KOLU KANADI KIRIDLAR ALKANLARA BOYADILAR KERBELADA.
İMAM HUSEYİN SUSAMIŞTI BİR YUDUM SU ARAMIŞTI ANA YUREGİ YANMIŞTI KERBELADA.
İMAM HUSEYİN SEHİT OLDU GUL BAHÇAMDA GULLER SOLDUU TOPRAKLAR KAN İLE DOLDU KERBELADA.

Read Full Post »

FATIMA(SA)YASAMIMIZIN NERSEİNDEDİR??????

Rahman, Rahim Allah’ın adıyla“ Şüphesiz, biz sana Kevseri verdik. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve tekbir alırken, namazda ellerini boğazına kadar kaldır. Doğrusu asıl ebter(soyu kesik) olan sana kin duyandır.”[1]

Bir makinenin kolay ve bozulmadan çalışmasını sağlamak için, nasıl sürekli bakımı yapılırsa, insan beyni denilen düşünme mekanizmasınında bakımı sürekli okuma ile olur.

Okunan kitabın çekici olması; şahsın, zekasına,bilgisine, inançlarına, kültürüne ve değer yargılarına göre değişir. Ama kitabın değerli olup olmayışı tamamiyle, kitabın yazarına ve içeriğine bağlıdır. Bazı kitapları bir kere okumak yeterlidir. Bazı kitaplar ise o kadar değerlidirki, insan daha çok şey almak için bir kaç kere daha okur.

Düşünün ki elinizde öyle değerli bir kitap varki, bu kitap yaşam rehberiniz olacak niteliktedir. Her okuyuşunuzda ufuklara kavuşursunuz, yüreğiniz aşkla dolar. Bir ömür okusanızda bitiremeyeceğiniz, yaşamınıza, gönlünüze, ruhunuza hitap etmekle kalmayıp cennetin anahtarını sunar size. Ne yaparsınız? Bu kitabı mutlaka elde eder, gözünüz gibi korur, defalarca okursunuz değil mi? Evet doğrusuda budur zaten.

Bahsedilen kitap, beşerin yazdığı somut bir kitap değildir elbette. Yaşamının her ayrıntısı, gönüllere kazınılması gerekilen Hz. Fatima-ı Zehra’dır. O alemlere nur olarak gönderilen Kur’an’ı kendi yaşamına geçirmiştir. Bir başka deyişle Fatıma Kur’an’ın pratiğe geçirilmiş hali yani yaşayan Kur’an’dır. Bu yüzden Allah’ın övgüsüne nail olmuştur. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma’yı şöyle tanımlar: “Kızım Fatıma (s.a) geçmiş gelecek bütün kadınlardan üstündür. O vücudumun bir parçasıdır, gözümün nuru ve kalbimin meyvesidir. O benim ruhumdur. O insanlardan olan bir huridir. Rabbinin huzurunda ibadete durduğunda yıldızların yer ehli için parladığı gibi, onun nuru da gökteki melekler için parlar ve Allah Teala meleklerine şöyle hitap eder. “Ey melekler, bakın benim cariyem (kulum) Fatıma’ya; o benim huzurumda durmuştur, korkudan titriyor; kalbiyle benim ibadetime yönelmiştir. Sizleri şahit kılıyorum ki, ben onun takipçilerini ateşten koruyacağım.” [2]

Öyleyse Allah’ın merhametine, sevgisine muhtaç olan bizler, Allah’a götüren rehber olarak Fatıma’yı izlememiz gerekir.

Ilahi aydınlığa koşmak isteyen kadınların Fatıma’dan daha aydınlık bir nurları yoktur. Onun hayatına baktığımızda kısacık ömründe iman, takva, ilahi aşk ve ilimle; fedakarlık, iffet, mazlumiyet ve sabrın birleştiği mükemmel bir şahsiyetin, asırlara nasıl ders verdiğini görürüz.

Fatıma’yı örnek almak, rehber seçmek kolay değildir. Onun taraftarı, takipçisi olabilmek için,

ilk önce onu tanımak gerekir. Zira tanımadığımız bir Fatıma’yı sevmek kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Onu bir evlat, bir eş, bir ana ve bir mumine olarak tanıyıp idrak etmek ve yaşamımıza geçirmek gerekir.

Fatıma’yı anlamadan dinleyenler, onun ismini duyunca ağlayıp sızlarlar ama yaşamlarınada karıştırmazlar. Özlerinde Fatıma’dan bir şey yoktur aslında. Başörtüsünü en ufak bir zorlukta açan bir müslüman kadın, sizce” Kadının salahı, onun, yabancı bir erkeği görmemesi ve yabancı erkeğinde onu görmemesidir.”[3] diyen ve vefatından sonra bile mübarek vucudunun hatları belli olmasın diye kendisi icin Umeys kızı Esma’ya özel tabut hazırlamasını vasiyet eden, Fatıma’nın iffet ve din anlayışını yeterince kavrayabilmişmidir.?

Evini lüks eşyalarla döşeyip, marka düşkünü, bakışlarıyla bile fakirleri ezen bir kadın; yoksulluk içinde ömrünü geçiren, evde çalışmaktan elleri nasırlaşan, kendisi ve çoçukları aç iken, evindeki son yiyeceği bile fakirlere veren Fatıma’ın yaşam felsefesini idrak edebilmişmidir acaba?

Fatıma taraftarı olabilmek , onu rehber, şefaatçi edinebilmek için, Fatımalaşmak, yani Fatıma gibi düşünmek, Fatıma gibi yaşamak gerekir.

Kalbimizde Fatıma’nın imanından, ilahi aşkından, yaşamımızda Fatıma’nın mücadelesinden, ibadetinden, fedakarlığından, iffetinden,merhametinden eser yoksa; çocuklarımızda Fatıma’nın çocuklarından izler yoksa; başımızda başörtü ama gönlümüzde sefa arzusu, kibir yada zulme duyarsızlık varsa biz Fatıma’nın taraftarları değiliz demektir.

Allah’ın kadınlara verdiği en büyük lutuf, şeref ve izzet Fatıma gibi bir şahsiyetin kadın oluşudur. Bu değerleri göz önünde bulunduran aziz İmam (r.a.), günümüz dünya kadınlarına

Hz. Fatıma’nın viladeti münasebetiyle “Dünya Müslüman Kadınlar ve Anneler Günü”nü hediye ederek yılda bir kez de olsa kendimizi muhakeme etmemizi istemiştir.

Bu büyük kadına sarılıp onun değerlerine sahip çıktığımız müddetçe pusulamız hiç şaşmayacaktır. Allah bizleri gerçek Fatıma taraftarları olmayı ve onun şefaatine nail olmayı nasip etsİN

BİZDE VARIZ DEDİLER DAVAYI YUKLENDİLER ZULMA KIYAM ETTİLER ŞU ÇAĞIN ZEYNEPLERİ.
BAYARAK AÇTILAR ZULME KARSI GELDİ ZALİME DAHA HATİCE FATIMA BU ÇAĞIN ZEYNEPLERİ.
BAŞORTUYU SEVDİLER BİRDE ONUN İÇİN ÖLDÜLER NAMUS YERİNE KOYDULAR BU ÇAĞIN ZEYNEPLERİ, AYŞELERİ ,FATIMALARI ……………..

ALLAH BAŞ ÖRTUYU DAHA İYİ YERLERE GETRSİN (AMİN)

Read Full Post »

H.Z MUHAMMEDİN NEFSİ

Kur’ân; kıyamete kadar geçecek bütün zaman dilimlerinde insanların sorunlarını çözecek ilâhî bir Kitap’tır. Erkeklerin birden fazla dört kadınla evlenebilmesi izni; savaş gibi zorunluluk hallerinde onların azalıp, dolayısıyla kadın sayısının çoğaldığı durumlarda, kadınları korumak için konulmuş uygulamadır. Yoksa kadınlar dışlanarak, erkeklere harem kurması için verilmiş bir ödül değildir. Ancak bu hüküm bir öğüt, bir tavsiye niteliği taşımaktadır. Çok evlilikte eşlere mutlaka eşit davranılması için adalet şartı konulmuş, bu uygulanamayacaksa tek evliliğin en uygun olduğu belirtilmiştir.

HZ. PEYGAMBER’İN ÇOK EVLİLİK SEBEPLERİ

Allah’ın Resul’ünün çok eşli olma nedenlerini anlaya bilmemiz için, öncelikle eşlerini hangi sebeplerle aldığını bilmemiz gerekir.

Hz. Hatice. Hz. Peygamber’in ilk ve en sevgili eşi. İlk iman eden, bütün malını İslâmiyet’in yayılmasına ayıran yüce insan. Allah’ın Elçisi’nin 25 yaşında iken evlendiği eşi, 40 yaşında dul ve iki çocuk sahibi idi. 25 yıl mutlu bir evliliğin neticesinde 2 oğul ve 4 kızları olmuştu. Sağlığı ve gücü yerinde, mutlak seçme hakkı olduğu halde Allah’ın Resul’ü, Hz. Hatice’nin üzerine ikinci bir eşi hiçbir zaman almamıştır.

Sevgili Peygamber’imiz Hz. Hatice’yi kaybettikten sonra, ona olan sevgi ve hatırasına hürmeten 3 yıl evlenmeyerek, yalnız yaşamayı tercih etti. Ancak Arap Yarımadasının sıcak iklim şartlarına göre ileri bir çağ olan 53 yaşında, ev işleri ile çocukların bakımı ve İslâm Din’inin yayılmasına destek olacak eşlere ihtiyaç duydu. Bu ihtiyaç; kişisel arzu ve isteklerden tamamiyle uzak, vahyin doğrultusunda ilâhî görevinin gerektirdiği hizmetlerdi. Kur’ân; Hz. Peygamber’in eşlerine, öğretimle meşgul olma zorunluluğunu da yüklemişti. Ahzâb 33/34 :Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti diğerlerine hatırlatın ve nakledin…

Çok evliliği Hz. Peygamberimiz getirmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm inmeye başladığı zaman, Dünya’nın birçok yerinde ve Arabistan’da da birden fazla evlilik, çok yayılmış normal bir adetti. Kişiler çok evli dahi olsa evlilik bağı, o çağın insanları arasında en etkili dostluk ve anlaşma olarak algılanıyordu. İslâmiyet’in yayılması için bütün bu desteklere ihtiyaç vardı. Bunun için Hz. Peygamber’in bu amaca uygun eşler alarak yaşamında fedakârlık yapması gerekiyordu. Toplumlarda nüfusun yarısı kadın olduğuna göre; İslâmiyet’i onlara anlatacak, öğretecek hanımlar seçilmeliydi. Bu evlilikler, Din’in yayılmasında çok etkili olmuş, birçok düşman kabile bu yöntemle İslâmlaştırılmıştır. Bugün elimizde bulunan hadislerin bir bölümü, Allah’ın Resul’ünün eşlerinden kaynaklanmaktadır.

Yüce Allah’ın isteği doğrultusunda Hz. Peygamberin yaptığı evliliklerinin yöntemi, 4 başlık altında toplanabilir.

1- İslâm uğruna çekilen sıkıntılara karşılık, onları ödüllendirme. Hz. Sevde örnek olarak verilebilir.

Hz. Sevde. Hz. Peygamber’in 2. eşi. İlk iman eden müslümanlardandı. Mekke’deki putperestlerin müslümanlara yaptıkları eziyetlere dayanamayarak kocası Sükrân ile Habeşistan’a sığındı. Orada, eşi Hırıstiyan oldu ve bir müddet sonra da öldü. İnançları hiçbir zaman değişmeyen Hz. Sevde, tekrar Mekke’ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Müslüman saflarında savaşırken, 16 yaşındaki oğlunu da kaybetti. Allah’ın Elçisi, İslâmiyet uğruna çektiği bunca sıkıntılara karşılık Hz.Sevde’ye evlenme teklif etti. Bu sırada o, bir kadın için geçkin bir çağ olan 50 yaşında bulunuyordu.

2-Kocası savaşta şehit olan kimsesiz dul hanımları koruma altına alma. Örnek olarak Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeynep verilebilir.

Hz. Ümmü Seleme. Hz. Peygamberin 5.eşi, kendisine derin bağlılığı ile ünlüdür. Kocası Abdulesed ile İslâmiyeti ilk kabul edenlerdendi. Putperestlerin zulmü ile Mekke’den Afganistan’a ve sonra da Medine’ye hicret ettiler. Kocası, Uhud Savaşı’nda şehit olunca 4 çocuğu ile dul kaldı. Hz. Peygamber kimsesiz kalan Ümmü Seleme ile evlenerek, onu ve çocuklarını koruması altına aldı. O, İslâmiyet’in azılı düşmanı müşriklerin komutanı Halid’in de yakın akrabasıydı. Halid, bu evlilikten çok etkilendi ve iki yıl sonra da İslâmiyet’i kabul etti.

Hz. Zeynep. Hz. Muhammed’in 8.eşi ve Huzeyme’nin kızıydı.İlk kocası Bedir Savaşı’nda ikinci kocası da Uhud Savaşı’nda şehit oldu. Böylece kimsesiz kalan Hz. Zeynep, Allah’ın Resul’ü tarafından nikahlanarak koruma altına alındı. Ancak kendisi, bu evlilikten üç ay sonra vefat etti.

3- En yakın dostlarının kızları ile evlenerek aileyi onurlandırma. Hz. Âişe, Hz. Hafsa ve Cahş kızı Hz. Zeynep örnek olarak verilebilir.

Hz. Âişe. Hz. Peygamber’in 3.eşi ve en yakın dostu birinci halife Ebubekir’in kızıdır. Mekke’de doğup büyüdü, çok iyi bir terbiye alarak yetişti. Allah’ın Elçisi; Hz. Ebûbekir Ailesi’ni şereflendirmek için daha çocuk yaşında Hz. Âişe ile nikahlandı, onu ancak büluğ çağında evine aldı. Çok zeki ve akıllı bir kadındı, Hz. Peygamber’in eşi olarak gereken görevleri başarı ile yerine getiriyordu. 9 sene müddetle Hz. Peygamber’in en yakını olarak birçok hizmetlerde bulundu.Yüce Eşi’nin yanında askeri seferlere iştirak ediyor, hasta bakıcı olarak da görev yapıyordu. Çok sayıda (Hz. Peygamberin sözü) hadisin günümüze kadar gelmesine vesile oldu. O, İslâm’ın en büyük hukukçularından biri olarak kabul edilir.

Hz. Hafsa. Hz. Peygamber’in 4.eşi ve yakın dostu ikinci halife Hz. Ömer’in kızıdır. Mekke putperestlerinin eziyetlerine dayanamayarak ilk müslümanlardan olan kocası Huzâfa ile birlikte Habeşistan’a daha sonraları da Medine Şehri’ne hicret etti. Uhut Savaşı’nda kocası şehit olunca dul kaldı. Allah’ın Elçisi, Hz. Ömer’in isteği ile kızını eş olarak almış ve böylece akrabalık bağı ile onları onurlandırmıştı.

Cahş Kızı Hz. Zeynep. Hz. Peygamber’in öz halasının, güzelliği ve mağrurluğu ile ünlü kızı ve 7.eşidir. Arabistan’da, azat edilen köleler haksızlığa uğratılıyordu. İşte bu kötü geleneği silmek ve onların da diğer insanlarla eşit olduğunu göstermek için Allah’ın Resul’ü; azat olmuş kölesi ve hukuken evlât edindiği kâmil insan Zeyd’i, hala kızı Zeynep ile evlendirdi. Ancak eşler anlaşamıyor ve uyumsuzlukları devam ediyordu. Hz. Peygamber’in karşı çıkmasına rağmen Zeyd, evliliği sona erdirdi. Hz. Zeynep, bu olaylara çok üzülmüştü. Bir müddet sonra da Hz. Peygamber’e, Zeynep ile evlenmesi için vahiy yoluyla emir geldi. Ahzâb 33/37 : Hani sen Allah’ın nimetlendirdiği, senin de lütufta bulunduğun kişiye (eşini yanında tut, Allah’tan kork) diyordun ama, Allah’ın açıklayacağı bir şeyi de içinde saklıyordun; insanlardan çekiniyordun. Oysa ki kendisinden korkmana Allah daha lâyıktır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince onu sana nikâhladık ki, evlâtlıkları eşleriyle ilişkilerini kestiklerinde, mü minler için o kadınlarla evlenmede bir güçlük olmasın. Zaten Allah’ ın emri yerine getirilmiştir. Böylece hem Zeynep korunma altına alınarak, onun mutsuzluğuna son verilmiş ve hem de Arap geleneğine göre : Evlâtlığın boşadığı kadını onun babalığı alamaz. adeti sona ermişti.

4- Düşman kabilelerinden kadın alarak onları İslâmiyet’e kazandırma. Örnek olarak Hz. Cüveyriye, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Safiyye, Mısırlı Hz. Mâriye ve son eşi Hz. Meymûne verilebilir.

Hz. Cüveyriye. Düşman Benû’l – Mustalik Kabilesi reisinin dul kızı ve Hz. Peygamber’in 6.eşidir. İlk kocası müslümanlarla yaptığı savaşta vefat etmişti. Esir düşen Hz. Cevriye cariye olacağı yerde, Hz. Peygamber’in eşi olmuştur. Allah’ın Elçisi bu evliliği gerçekleştirmekle akraba bağı oluştuğundan, düşman kabilesi mensupları da İslâmiyet saflarına geçmekte gecikmemişlerdir.

Hz. Ümmü Habibe. Mekke putperestlerinin lideri ve başkomutanı, Hz. Peygamber’in baş düşmanı Ebu Süfyan’ın kızı ve 9.eşidir. Babasına rağmen kocası Cahş ile ilk müslümanlardan olmuş, mürşiklerin baskısına dayanamayarak Habeşistan’a hicret etmişti. Orada eşi din değiştirerek Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bir müddet sonra da ölmüştü. İlk evliliğinden bir çocuğu olan Hz. Ümmü Habibe bütün varlığı ile İslâmiyet’e sadık kalmış ve babasının lideri olduğu Mekke Şehri’ne de geri dönmemişti. İşte bu vefanın karşılığı olarak Allah’ın Resul’ünden; Habeşistan’ın dost kıralı Necasî’nin aracılığı ile evlenme teklifi alınca, sonsuz mutluluğa ermişti. Müslüman bir kadının ulaşabileceği en büyük ödül. Bu evlilikten sonra baba Ebu Süfyan’ın Hz.Peygamber’e olan düşmanlığı da azalmaya başlamıştı. Yüce Allah, Müntehine 60/7 de şöyle buyurmaktadır : Olabilir ki Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar…

Hz. Safiyye. Hz. Peygamber’in 10.eşi, Hayberli Yahudi kızı. Müslümanlarla Yahudiler arasında geçen Hayber Savaşı’nda kocası öldü. Kendisi de esir düşerek Hz. Peygamber’e ganimet payı olarak ayrıldı. Allah’ın Resul’ünün: Kendi dininde kal, seni memleketine göndereyim. Eğer istersen İslâmiyet’i kabul et, seninle nikâhlanayım. teklifine hemen olumlu cevap verdi. Bu evlilik; harpte mağlup olan Yahudiler arasında etkisini göstermiş, bir kısmının İslâmiyet’i kabul etmesine vesile olmuştu.

Mısırlı Hz. Mâriye. Hz. Peygamber’in 11.eşidir. Mısır Kralı Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderildi. Allah’ın Resul’ü de onu cariye değil, eş olarak kabul etti ve nikâhladı. Bu evlilik Mısır Halkı’nın İslâmiyet’e sıcak bakmasına çok etkili olmuştur.

Hz. Meymûne. Hz. Peygamber’in, son ve 12.eşidir. Allah’ın Elçisi, putperest Mekke’liler ile münasebetlerinde düşmanlığın ortadan kalkmasını istiyordu. Mekke’li dul bir hanım olan Hz. Meymûne’ nin, muhtelif kabilelerin hatırlı kişileri ile evli 8 kızkardeşi bulunuyordu. Bunların kocaları Mekke’de geniş bir etki sahasına sahiptiler. Bu evlilik, Mekke Halkı ile gerginliğin azalmasına vesile olmuştur.

Kur’ân; kıyamete kadar geçecek bütün zaman dilimlerinde insanların sorunlarını çözecek ilâhî bir Kitap’tır. Erkeklerin birden fazla dört kadınla evlenebilmesi izni; savaş gibi zorunluluk hallerinde onların azalıp, dolayısıyla kadın sayısının çoğaldığı durumlarda, kadınları korumak için konulmuş uygulamadır. Yoksa kadınlar dışlanarak, erkeklere harem kurması için verilmiş bir ödül değildir. Ancak bu hüküm bir öğüt, bir tavsiye niteliği taşımaktadır. Çok evlilikte eşlere mutlaka eşit davranılması için adalet şartı konulmuş, bu uygulanamayacaksa tek evliliğin en uygun olduğu belirtilmiştir.

HZ. PEYGAMBER’İN ÇOK EVLİLİK SEBEPLERİ

Allah’ın Resul’ünün çok eşli olma nedenlerini anlaya bilmemiz için, öncelikle eşlerini hangi sebeplerle aldığını bilmemiz gerekir.

Hz. Hatice. Hz. Peygamber’in ilk ve en sevgili eşi. İlk iman eden, bütün malını İslâmiyet’in yayılmasına ayıran yüce insan. Allah’ın Elçisi’nin 25 yaşında iken evlendiği eşi, 40 yaşında dul ve iki çocuk sahibi idi. 25 yıl mutlu bir evliliğin neticesinde 2 oğul ve 4 kızları olmuştu. Sağlığı ve gücü yerinde, mutlak seçme hakkı olduğu halde Allah’ın Resul’ü, Hz. Hatice’nin üzerine ikinci bir eşi hiçbir zaman almamıştır.

Sevgili Peygamber’imiz Hz. Hatice’yi kaybettikten sonra, ona olan sevgi ve hatırasına hürmeten 3 yıl evlenmeyerek, yalnız yaşamayı tercih etti. Ancak Arap Yarımadasının sıcak iklim şartlarına göre ileri bir çağ olan 53 yaşında, ev işleri ile çocukların bakımı ve İslâm Din’inin yayılmasına destek olacak eşlere ihtiyaç duydu. Bu ihtiyaç; kişisel arzu ve isteklerden tamamiyle uzak, vahyin doğrultusunda ilâhî görevinin gerektirdiği hizmetlerdi. Kur’ân; Hz. Peygamber’in eşlerine, öğretimle meşgul olma zorunluluğunu da yüklemişti. Ahzâb 33/34 :Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti diğerlerine hatırlatın ve nakledin…

Çok evliliği Hz. Peygamberimiz getirmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm inmeye başladığı zaman, Dünya’nın birçok yerinde ve Arabistan’da da birden fazla evlilik, çok yayılmış normal bir adetti. Kişiler çok evli dahi olsa evlilik bağı, o çağın insanları arasında en etkili dostluk ve anlaşma olarak algılanıyordu. İslâmiyet’in yayılması için bütün bu desteklere ihtiyaç vardı. Bunun için Hz. Peygamber’in bu amaca uygun eşler alarak yaşamında fedakârlık yapması gerekiyordu. Toplumlarda nüfusun yarısı kadın olduğuna göre; İslâmiyet’i onlara anlatacak, öğretecek hanımlar seçilmeliydi. Bu evlilikler, Din’in yayılmasında çok etkili olmuş, birçok düşman kabile bu yöntemle İslâmlaştırılmıştır. Bugün elimizde bulunan hadislerin bir bölümü, Allah’ın Resul’ünün eşlerinden kaynaklanmaktadır.

Yüce Allah’ın isteği doğrultusunda Hz. Peygamberin yaptığı evliliklerinin yöntemi, 4 başlık altında toplanabilir.

1- İslâm uğruna çekilen sıkıntılara karşılık, onları ödüllendirme. Hz. Sevde örnek olarak verilebilir.

Hz. Sevde. Hz. Peygamber’in 2. eşi. İlk iman eden müslümanlardandı. Mekke’deki putperestlerin müslümanlara yaptıkları eziyetlere dayanamayarak kocası Sükrân ile Habeşistan’a sığındı. Orada, eşi Hırıstiyan oldu ve bir müddet sonra da öldü. İnançları hiçbir zaman değişmeyen Hz. Sevde, tekrar Mekke’ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Müslüman saflarında savaşırken, 16 yaşındaki oğlunu da kaybetti. Allah’ın Elçisi, İslâmiyet uğruna çektiği bunca sıkıntılara karşılık Hz.Sevde’ye evlenme teklif etti. Bu sırada o, bir kadın için geçkin bir çağ olan 50 yaşında bulunuyordu.

2-Kocası savaşta şehit olan kimsesiz dul hanımları koruma altına alma. Örnek olarak Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeynep verilebilir.

Hz. Ümmü Seleme. Hz. Peygamberin 5.eşi, kendisine derin bağlılığı ile ünlüdür. Kocası Abdulesed ile İslâmiyeti ilk kabul edenlerdendi. Putperestlerin zulmü ile Mekke’den Afganistan’a ve sonra da Medine’ye hicret ettiler. Kocası, Uhud Savaşı’nda şehit olunca 4 çocuğu ile dul kaldı. Hz. Peygamber kimsesiz kalan Ümmü Seleme ile evlenerek, onu ve çocuklarını koruması altına aldı. O, İslâmiyet’in azılı düşmanı müşriklerin komutanı Halid’in de yakın akrabasıydı. Halid, bu evlilikten çok etkilendi ve iki yıl sonra da İslâmiyet’i kabul etti.

Hz. Zeynep. Hz. Muhammed’in 8.eşi ve Huzeyme’nin kızıydı.İlk kocası Bedir Savaşı’nda ikinci kocası da Uhud Savaşı’nda şehit oldu. Böylece kimsesiz kalan Hz. Zeynep, Allah’ın Resul’ü tarafından nikahlanarak koruma altına alındı. Ancak kendisi, bu evlilikten üç ay sonra vefat etti.

3- En yakın dostlarının kızları ile evlenerek aileyi onurlandırma. Hz. Âişe, Hz. Hafsa ve Cahş kızı Hz. Zeynep örnek olarak verilebilir.

Hz. Âişe. Hz. Peygamber’in 3.eşi ve en yakın dostu birinci halife Ebubekir’in kızıdır. Mekke’de doğup büyüdü, çok iyi bir terbiye alarak yetişti. Allah’ın Elçisi; Hz. Ebûbekir Ailesi’ni şereflendirmek için daha çocuk yaşında Hz. Âişe ile nikahlandı, onu ancak büluğ çağında evine aldı. Çok zeki ve akıllı bir kadındı, Hz. Peygamber’in eşi olarak gereken görevleri başarı ile yerine getiriyordu. 9 sene müddetle Hz. Peygamber’in en yakını olarak birçok hizmetlerde bulundu.Yüce Eşi’nin yanında askeri seferlere iştirak ediyor, hasta bakıcı olarak da görev yapıyordu. Çok sayıda (Hz. Peygamberin sözü) hadisin günümüze kadar gelmesine vesile oldu. O, İslâm’ın en büyük hukukçularından biri olarak kabul edilir.

Hz. Hafsa. Hz. Peygamber’in 4.eşi ve yakın dostu ikinci halife Hz. Ömer’in kızıdır. Mekke putperestlerinin eziyetlerine dayanamayarak ilk müslümanlardan olan kocası Huzâfa ile birlikte Habeşistan’a daha sonraları da Medine Şehri’ne hicret etti. Uhut Savaşı’nda kocası şehit olunca dul kaldı. Allah’ın Elçisi, Hz. Ömer’in isteği ile kızını eş olarak almış ve böylece akrabalık bağı ile onları onurlandırmıştı.

Cahş Kızı Hz. Zeynep. Hz. Peygamber’in öz halasının, güzelliği ve mağrurluğu ile ünlü kızı ve 7.eşidir. Arabistan’da, azat edilen köleler haksızlığa uğratılıyordu. İşte bu kötü geleneği silmek ve onların da diğer insanlarla eşit olduğunu göstermek için Allah’ın Resul’ü; azat olmuş kölesi ve hukuken evlât edindiği kâmil insan Zeyd’i, hala kızı Zeynep ile evlendirdi. Ancak eşler anlaşamıyor ve uyumsuzlukları devam ediyordu. Hz. Peygamber’in karşı çıkmasına rağmen Zeyd, evliliği sona erdirdi. Hz. Zeynep, bu olaylara çok üzülmüştü. Bir müddet sonra da Hz. Peygamber’e, Zeynep ile evlenmesi için vahiy yoluyla emir geldi. Ahzâb 33/37 : Hani sen Allah’ın nimetlendirdiği, senin de lütufta bulunduğun kişiye (eşini yanında tut, Allah’tan kork) diyordun ama, Allah’ın açıklayacağı bir şeyi de içinde saklıyordun; insanlardan çekiniyordun. Oysa ki kendisinden korkmana Allah daha lâyıktır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince onu sana nikâhladık ki, evlâtlıkları eşleriyle ilişkilerini kestiklerinde, mü minler için o kadınlarla evlenmede bir güçlük olmasın. Zaten Allah’ ın emri yerine getirilmiştir. Böylece hem Zeynep korunma altına alınarak, onun mutsuzluğuna son verilmiş ve hem de Arap geleneğine göre : Evlâtlığın boşadığı kadını onun babalığı alamaz. adeti sona ermişti.

4- Düşman kabilelerinden kadın alarak onları İslâmiyet’e kazandırma. Örnek olarak Hz. Cüveyriye, Hz. Ümmü Habibe, Hz. Safiyye, Mısırlı Hz. Mâriye ve son eşi Hz. Meymûne verilebilir.

Hz. Cüveyriye. Düşman Benû’l – Mustalik Kabilesi reisinin dul kızı ve Hz. Peygamber’in 6.eşidir. İlk kocası müslümanlarla yaptığı savaşta vefat etmişti. Esir düşen Hz. Cevriye cariye olacağı yerde, Hz. Peygamber’in eşi olmuştur. Allah’ın Elçisi bu evliliği gerçekleştirmekle akraba bağı oluştuğundan, düşman kabilesi mensupları da İslâmiyet saflarına geçmekte gecikmemişlerdir.

Hz. Ümmü Habibe. Mekke putperestlerinin lideri ve başkomutanı, Hz. Peygamber’in baş düşmanı Ebu Süfyan’ın kızı ve 9.eşidir. Babasına rağmen kocası Cahş ile ilk müslümanlardan olmuş, mürşiklerin baskısına dayanamayarak Habeşistan’a hicret etmişti. Orada eşi din değiştirerek Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bir müddet sonra da ölmüştü. İlk evliliğinden bir çocuğu olan Hz. Ümmü Habibe bütün varlığı ile İslâmiyet’e sadık kalmış ve babasının lideri olduğu Mekke Şehri’ne de geri dönmemişti. İşte bu vefanın karşılığı olarak Allah’ın Resul’ünden; Habeşistan’ın dost kıralı Necasî’nin aracılığı ile evlenme teklifi alınca, sonsuz mutluluğa ermişti. Müslüman bir kadının ulaşabileceği en büyük ödül. Bu evlilikten sonra baba Ebu Süfyan’ın Hz.Peygamber’e olan düşmanlığı da azalmaya başlamıştı. Yüce Allah, Müntehine 60/7 de şöyle buyurmaktadır : Olabilir ki Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar…

Hz. Safiyye. Hz. Peygamber’in 10.eşi, Hayberli Yahudi kızı. Müslümanlarla Yahudiler arasında geçen Hayber Savaşı’nda kocası öldü. Kendisi de esir düşerek Hz. Peygamber’e ganimet payı olarak ayrıldı. Allah’ın Resul’ünün: Kendi dininde kal, seni memleketine göndereyim. Eğer istersen İslâmiyet’i kabul et, seninle nikâhlanayım. teklifine hemen olumlu cevap verdi. Bu evlilik; harpte mağlup olan Yahudiler arasında etkisini göstermiş, bir kısmının İslâmiyet’i kabul etmesine vesile olmuştu.

Mısırlı Hz. Mâriye. Hz. Peygamber’in 11.eşidir. Mısır Kralı Mukavkıs tarafından hediye olarak gönderildi. Allah’ın Resul’ü de onu cariye değil, eş olarak kabul etti ve nikâhladı. Bu evlilik Mısır Halkı’nın İslâmiyet’e sıcak bakmasına çok etkili olmuştur.

Hz. Meymûne. Hz. Peygamber’in, son ve 12.eşidir. Allah’ın Elçisi, putperest Mekke’liler ile münasebetlerinde düşmanlığın ortadan kalkmasını istiyordu. Mekke’li dul bir hanım olan Hz. Meymûne’ nin, muhtelif kabilelerin hatırlı kişileri ile evli 8 kızkardeşi bulunuyordu. Bunların kocaları Mekke’de geniş bir etki sahasına sahiptiler. Bu evlilik, Mekke Halkı ile gerginliğin azalmasına vesile olmuştur.

umuda_bakış Çevrimdışı  

Read Full Post »

NEFSE KÖLE OLMA ALLAHA KUL OL

Nefse köle olma, Allah’a kul ol
 

yeni Nefse köle olma, Allah’a kul ol

Bismillahirrahmanirrahim

Nefsin sıkılması, ruhun ferahlanması demektir. Ruh sıkıldığı zaman nefsimiz ferahlar ama, nefsimiz sıkıldığı zaman ruhlarımız ferahlar.

Bizim için mühim olan nedir? Nefsin ferahlanması mı, yoksa ruhun ferahlanması mi? Nefsimizi sıkmak mı, yoksa ruhlarımızı hapsetmek mi? Hangisi bizi daha memnun edecektir, hangisi daha ziyade işimize yarayacaktır? İşte bunu düşünmek lazım. Nefsin ferahlanması, bizim bu hayatta, bu vücudumuzun türlü çeşit arzularına el atması ile mümkün olur. Nefsini ferahlatan kimse, o derecede kendisini yük altına atmış olur. Nefsin ferahlanması, ne dünyada ne de ahirette bizim işimize gelmez. Çünkü nefis muvakkad bir zaman için bizimle olacak. Bu vücudun hayatı devam ettiği müddetçe, ondan sonra kesilecek o. Lakin ruhumuzun keyiflenmesi, ruhlarımızın ferahlanması, o bizim istikbalimiz hakkındadır. Hayırlı olandır.

Ruhun ferahı, dünya ve ahiret saadetimizin kaynağıdır. Nefsin ferahlanması, dünya ve ahiret felaketlerinin başlangıcıdır. Nefis neyle ferahlanır? Nefis haramla ferahlanır. Ferahlatacaksan nefsini, haram sür önüne; bak bakalım rahatlıyor mu, rahatlamıyor mu? Nefsin ferahı haramla olduğu için, haram belâ kapısını açar adama. İnsanın gerek küçük günahtan, gerek büyük günahtan irtikab ettiği – yaptığı her günah, bir belâyı üzerine çeker. Yukarıda hepsi asılıdır. Onların ipleri aşağı bizim elimize yetişmiştir. O haramlardan veya mekruhlardan, küçük günahlardan, büyük günahlardan hepsinin yukardan ipleri vardır. Hangisine sen asılıp çekersen üzerine yılan, akrep düşeceğini bil. Belâ ineceğini, taş düşeceğini, ateş düşeceğini bil. Küçük olsun büyük olsun, bu muhakkaktır. Tecrübe et, yanlışsa söyle. “Yanlıştır bu“ diye. Haramı irtikab eden adam, illâ ona karşılık başına bir belâ gelecek. Sopa yemeden bırakmaz, Allah-u Zülcelal, haram işleyip de yanına kalan adam yoktur. Günah yapıp da yanına kalacak insan yoktur.

Nefsin ferahlanması haramdır. Eh istersen haram işle. Çek başına insin. Sekizyüz menhiyat var. Sekizyüz günah haram – mekruh olan şeyler var ki, Allah razı değildir. Sekizyüz kapıdır bunlar. Hangisini açarsan bil ki, senin üzerine bir belâ hücum edecek. Açma, yaklaşma. İşte bu mühim mesele.

Amma nefsin, illâ o kapı açılsın, bunu çek diyor. Çünkü bunda bana bir lezzet var. Azıcık lezzet için çok bir belâyı başına çeken adama, akıllı demezler, akılsız derler.

Nefsin ferahı haramlardır, bil. Ruhun ferahı, helâl olan şeylerdir. Cenab-ı Allah helâl olan, tayyib olan, temiz olan şeyleri bize hazır etmişken onunla kanaat etmiyor, illâ nefis harama çekiyor. Haramdan lezzet alacak. Alçaklığından nefsin o. Allah bildiriyor: Estaizübillah: “İnne’l-nefse emmaretün bissûi“ Nefsin işi, daima kötülüklere bizi çekmektedir. Kötülüğü yapınız diyerekten emreder. Otur ve kendini dinle. Nefsinin arzularına bir kulak ver. Ne istiyor nefsin, istediği nelerdir? O istediklerini söyleyebilecek adam var mı milletin içinde? İstediği hep melanet, hep rezalettir. Burada Allah’tan korkma, tenhada Allah’tan kork. Burada Allah’tan utanma. Tenhada Allah’tan utan. Daha mü’min olamadık. Daha Allah’tan korkmuyoruz. İman-İslâm dairesinden çok uzağız. Çünkü burada toplanır nefsimiz. Birbirimizden utanma var, sakınma var, korkma var. Tenha olduğumuz yerde, o nefsin başını kaldırıyor. Neye benzer o melanet. Evde kedi olur. Sahibi yanında otururken, böyle yuvarlak olup da yatıyor. Uyur o. Bir ayak sesi işitip de, bir hareket sezince, bir parça gözünü açar böyle. Bir – iki bakınır. Bakar sahibi gittimi? Meydan bizimdir der. Hemen orda ne varsa kapıp, doğru damlara.

O sıfat var bizim nefsimizde. Birisi durursa çok akıllı, uslu durur böyle. Arada sırada biraz bakar. Kimse olmadımı, o zaman Allah var demez. Peygamber va da demez. Kimse yok, herşey benimdir der. Böyle nefistir o. Nefsin keyfinin arkasından giden adam sonunda imansız kalır. Oraya çeker bizi, Neûzübillah. Onun için nefsi sıkıya koy. Ne kadar sıkarsan korkma, ölecek diye korkma. Ölmez, yedi canlıdır o.

Ruhunu sakla. Senin yanında kalıcı ruhundur. Ruhunun gönlünü hoş eyle. Onu sıkıya koyma. Nefsi istediğin kadar sıkıla, ruhun ferahlanır. İmanın, İslâm’ın aslı bundan ibarettir. Yürüyeceğimiz yol budur. Nefsinin keyfine işleme, zarar edersin. Ruhunun ferahlanması için işle. “Ticareten lentebur“, Tükenmeyen ticarete sahib olursun. Ebedi mülke sahib olursun. Ebedi saadeti bulursun. İşte o mühimdir.

Bir parça – yarım saat burda – oturup Allah demekten yorulup duruyor orada. Lakin ruhlarımız o Allah’ın vahdaniyetinin denizlerinin içerisinde yüzüyor. Balık suda nasıl ferahla yüzer, öyle yüzüyor ruhlarımız. Malayani oldu mu, malayani meclislerinde nefisler ferahlanır. Ruh toplanır, üzülür, yok olmak diler. Peygamberimizin ve Allah Azze ve Celle’nin razı olduğu meclislerden, ruhlar gül gibi açılır. Ruhların gönlünü hoş et, kazanırsın. Dünyanın keyfi az bir zaman içindir. “Kul metau’d-dünya karin“ Allah (C.C.) Cenab-ı Peygamber’e hitab ediyor: “Söyle, o kullarıma! Dünyanın keyiflerinin arkasına düşmesinler. Çünkü dünyanın keyfı az bir şeydır.“ Aman dünyanın keyfini biz çikaracağız, dünyadan keyf edelim, zevk edelim diyerek ona aldanıp sakın o zevklerin içerisine düşmesinler. Dünya zevki azdır. Dünyanın keyfı per azdır. Hakikatan de azdır.

Şimdi bizim gibi kimseleri, ahmak sayan çok kimseler var. Neden? Yaşamasını bilmeyen adamlar bunlar. Bu kadar hayat varken dışarıda, delikanlılar gelip böyle meclislerde oturup çürüyorlar, derler bize. Onlar kendilerini hiçbir mania karşılarında görmeksizin, serbest olaraktan; her arzularını yerine getirip bu dünyadan kâm almak, bu dünyadan keyf almak, zevk almak için kendilerini koyuverirler. İlk gençlik çağında böyle bir iştah oluyor. Aç insanın sofraya hücum edişi gibi, ilk gençliğin heyecanı ile, o dünyanın şehvetlerinin hepsini birden biz yutalım diyerek, hücum eder gençlik çağında. Peki; o aç olan kimse, önündeki sofraya kendisine dur diyecek kimse bulunmadan, hücum etsin bakalım; yesin, yesin, yesin. Hudutsuz yesin ne olacak? Nihayet kendi kendine bırakacak. Nihayet; ye yahu bakalım, bir lokma ağzıma koyacak yer kalmadı diyecek. Lezzet alacak hassa kalmadı, bitti. O dünyanın lezzetlerini doyumluk hesab edip arkasına düşen kimse, çok geçmeden kendisini bu dünyanın şehvetlerinin esiri bulacaktır, Boyuna o nefsin arzusunu tatmin etmek için, oraya koşturacak, buraya koşturacak. Bunu yapacak, şunu edecek, gecesi yok gündüzü yok, öyle müthiş bir esarete mahkum edecek ki; artık ihtiyarı elinden gider. İradesi elinden gider. Bir makina adam gibi, onun íçerisinde dolaşıp durmaya başlar. Lezzet de alamaz. Yapmadan da duramaz. Esir etti kendisini. Aldığı lezzet yoktur onun artık. Haram hududunu tanımayan adamın, harama hücum ettiği vakit alacağı lezzet; helâl ile iktifa eden bir kimsenin helalden alacağI lezzetub yanında hiç kalır. Hiç lezzeti yoktur artık. Ağzının tadı kalmadı, bitti. Lezzet alamaz. İlk olarak, onları öyle cezalandırır.

Şeytan, bize süsler haramı. Biz de dalalım o denize, biz de öyle kalalım. Helalden lezzet almayalım. Tad helaldedir. Tatsızlık, zevksizlik haramdadır. Haramın arkasında koşturan adamlarda lezzet kalmadı, lezzet alamaz. Lakin, yapmadan da duramaz. İşte belâyı satın aldı o. Boynuna taktı. Haramı işlemeden haramı yemeden, haramı yapmadan rahatı yok onun. Boyuna çalıştırıyor ama lezzet almak için değil, onu esir aldığı için. Artık lezzet babı kapandı. Haramı tanımayan kimselere Allah’ın vereceği ilk ceza, onlardan lezzet almayı kaldırıyor. Onun için onlar hakkında “Metau’d-dünya karin.“ Çok az bir şey mukabilinde esir ettirir kendisini.

Helal ile iktifa eden kimse, helalden lezzet alır, zevk alır. Şeytan’ın uğraştığı, bizi harama mahkum edebilmek. Şeytanın sendeki yardakçısı, nefsindir. Nefiste ona içerden el verdi mi; ikisi beraber olup seni haramın bataklığına atar. Her defa ondan kurtulmak dilerse o kimse, çırpındıkça daha da batar, çıkması yok. Onun için, hiç zahirdekine göre bakıp ta hüküm verme. Hayatı yaşıyor zannetme. Sor bir tanesine bakalım, hayatından memnun mu?

Birkaç ay evvel bir kimse gördüm. Hayatından memnun musun diye bana sual ediyor. Allah-u Zülcelal Hazretlerinden memnun olmaz olur mu insan. İnsan olup da Rabbinden memnun olmayan var mı? Sen nasılsın? Halbuki kendisi milyoner adam. Evine girerken utanıyorum, oraya ayak basmaya, evine. Onun evinde gördüğüm; öyle şeyleri evinde mobilya diye tutmaz o, en birinci akla hayale gelmeyen mobilyalar gördüm içerisinde. Otururken bir o yana bakıyor, bir bu yana bakıyor, milyonluk adam. Ben de hava alayım diye dışarıda oturdum. Ne bileyim, birisi nişan alacak diye korkunun içerisinde. Ta kalkıncaya kadar, bu tarafa o tarafa elektrikler yaktırdı, gündüz gibi. Gene de arada – sırada bir dikkatle bu tarafa, o tarafa bakıyor.

Hayatından memnun mu? Nerede memnun olacak, memnun olmaya imkân var mı? Herşey elinde olduğu halde, Allah; herşeyi yapabilecek iktidarı, malı kuvveti vermiş olduğu halde, o hayattan memnun olacak itminanı kalbinden alıvermiş koşuyor. Kadınlar tıkır tıkır koşar, delikanlılar böyle böyle koşturur, ne aradığını bilir, ne aradığını bulup da tamin olur. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha koştururlar. Ne bulacaklar? Akşama kadar dolaşıp ne buldun, tatmin oldun mu? Yok, boş yatar.

Gece yatıp sabahleyin kalktığı vakitte, gece yattığına pişman olur. Harama bir defa mahkum etti mi, o insanın hayatından hoşnudluğu kalkar, rahat ve huzuru biter. Sen oraya bakma, şeytanın süslenmesine bakma: Yüzüne bir parça boya şekeri sürülmüş, ağzına aldığında bir parça lezzet aldırır, yutuğu vakit te içerisini berbat eder. Haram budur. Nefsin istediği de budur. Bu üstündeki bir parça şeyi yalasın diyerek o kadar belâyı satın alır, o nefis. Nefse köle olma, Allah’a kul ol. Allah’a kul olmaktır, bizim şerefimiz. O’nun üstünde şeref de arama. Sen Allah’a kul olduysan en büyük şerefi ihdas ettin demektir. Başka bir şey arama, Allah’a kul olmaya, her lahzanın içinde “Lebbeyk Ya Rabbi.“ “Senin kulun Ya Rabbi!“ diyebil.

“Buyur Ya Rabbi!“ diyen kula, Rabbisi “Lebbeyk ya abdi!“ “Buyur ey kulum“ der. Amma sende her defasında Rabbine, Buyur Ya Rabbi! Ferman senindir. Bu memleket senindir. Bu memlekette senin hükmün geçer. Başkasının geçmez, dedirttebiliyor musun, kendi nefsine? Erkek odur. Ricalullah odur. O kimseye Allah; “Buyur ey kulum, ne istersen sen emret, o olsun“ der. İnsanın şerefi büyüktür. Şerefimizi harab eden, nefsimize büyük demekliğimizdir. Mademki nefsine; “Buyur ey nefsim, sen ne istersen onu yapayım“ dersen, işte şerefinden insanı düşüren o sıfattır. Yoksa Allah-u Zülcelal’e söylese, “Buyur Ya Rabbi! Neyi emredersin? Emr-u fermanın baş üstünedir.“ Her lahzada, her nefeste, her harekette diyebildiğinde “Ey kulum! Sende mutasın. Bana muti olan kainatta mutâ olur. Bana her emrinde itaat sahibi olan bütün kevn-u mekan içerisinde emri tutulan zattır.“

O torba giyen zata da seslendik böylece, – Karaca Ahmet’e – Orda yatıp durma, bu kadar fakirfukarayız biz, bizede bir nazar et. Torbayı oraya astırıp, seyrettiriyorsun. Torbayı giyecek sıfat yok. Allah’ın inayetinden bize ümmet cübbelerini giydir, giydireceksen. Onu oraya, karşımıza asıp durdurtma. Allah-u Zülcelal bizi kulluk şerefi ile müşerref kılsın.

Hazreti Ali Efendimiz öyle söylemiş: “Kefâ bi izzen enteküne leke abden. Kefâ bi şerefen enteküne bi Rabben“ “Benim için izzet yeter; sana kul olmaklığım Ya Rabbi. En büyük şeref, senin benim Rabbım olmaklığındır.“ Aranacak hislenecek mesele bu. İzzet ve şeref onda. Benim için izzet yeter, sana kul olmak. Sana kulluk yapabilmek, sana kul olmak benim izzetimdir. Şerefim de senin benim Rabbim olmaklığındır ya Rabbi! Diyor. Bununla bütün şereflerin ve izzetin gayesini bildiriyor, Hz. Ali Efendimiz. O Babu’l-Ulûm olan zat. İlim şehrinin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz, hülâsa olarak bunu söylüyor bize. Bunu bil, bu şerefle şereflen, bu izzetle izzetlen. Kainatta senin ismin söylensin, bütün mülk ve melekûtta. O vakit, Cenab-ı Allah’ın mülk ve melekütunda senin ismin zikrolunur. Allah bizi o makamlara doğru yürütsün.

el-Fatiha

Read Full Post »

Older Posts »